‘İstanbul’da yaşıyorum’ cümlesini kurmak kolay; 8 hece, 2 kelime. Oysa bu şehirde yaşamak sokaklarını arşınlamayı gerektirir; ki beklenmedik şaheserlere denk gelinsin.
Bu şehirde yaşamak boğazın kokusunu içinize çekmeyi, Açıkhava Tiyatrosu’nda 6000 kişilik bir koronun parçası olmayı, Eminönü’nde balık ekmek yemeyi, Kadıköy’de Karaköy İskelesi’nden Çarşı’ya yürürken konservatuardan yükselen piyano, keman, insan seslerini duymayı, Balık Çarşısı’nda sürekli – Allah rahmet eylesin- Aysel Gürel’le karşılaşıp sonunda ‘Gel kız bir çay içelim seninle’ teklifi almayı, Kuledibi’nde vişne likörü içmeyi, Terkos Pasajı’ndan 5 liraya süper bir elbise almayı, Üsküdar’dan vapura binip 5 dakikada kıta değiştirilebilmesini deneyimlemeyi, Florya’da Uludağ Et Lokantası‘nın köftesini tatmayı, en azından 1 kere bile olsa Atatürk Havalimanı Dış Hatlar’dan misafir karşılamayı, Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü’nde boğaza karşı müzik dinleyebilmeyi … Saymakla bitirebilir miyim ki? Tecrübeyle sabitleyemediğim, şehre dair neler neleri deneyimlemeyi gerektirir. Zaten ‘Ömür biter, İstanbul bitmez’ dememişler mi?
Yaşamdan tat almasını bilene, trafiğe ve keşmekeşine rağmen cennettir İstanbul. Kapıları ardına kadar açık, yaşanmayı bekler durur. Canımdır, en eski arkadaşım, sevgilimdir.
İstanbul’un en güzel yerlerinden biri de Pera Müzesi‘dir. İnsanın kendini büyülenmek için en azından ayda bir kez oraya atması gerekir. Pera Müzesi insanı hayal kırıklığına uğratmaz. Siz Frida Kahlo tarafından efsunlanmak üzere yola çıkarsınız, Çarlık Rusyası ressamları sizi bir dudağınız yerde, bir dudağınız gökte afallatır.
Leyleği havada görenin çok gezmesi gibi, güneşin yalandan göz kırptığını görünce Ozcadısı ile kendimizi kahvaltı niyetine yine, yeni, yeniden Rumeli Feneri’ne attığımız bir gündü. Dönüşte ‘Neden Frida’yı ziyaret etmiyoruz ki?’ dedik. Zira Frida da dünya ahiret bacımız sayılırdı bizim. İşte böyle başlayan bir günün sonunda; 4 Kasım 2010 – 20 Mart 2011 tarihleri arasında Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından düzenlenen ‘Çarlık Rusyası’ndan Sahneler‘ sergisini bir tesadüf sonucu ziyaret ettik. Sevgili Frida sağolsun, Rus gerçekçilerine nail olduk.
Rus gerçekçi resimleri deniyordu broşürlerde; insanın zihninde toplumsal gerçekçi sinema çınlanıyordu birden. Oysa resimler ‘gerçekçi’ sıfatını, insanın suratına çarpan soğuk bir tokat sayesinde hak etmiyordu. Rus ressamlar çalışma, yoksulluk, çocukların dünyası, halk eğlenceleri, ölüm ve kent soylularını konu alan resimlerinde size başka bir dünyanın kapılarını ‘özenle’ açıyordu.
Sergi broşüründen alıntılıyorum ‘ Repin’den Makovski’ye, Yaroşenko’dan Şişkin’e ve dönemin daha pek çok ünlü sanatçısına yer veren sergi, dönemin Rusyası’nı hemen her yönüyle anlatırken, ele aldığı konular ve tiplemeleriyle, sanatseverlere Nikolay Gogol, Fyodor Dostoyevski gibi büyük Rus yazarlarının eserlerini okuyormuşcasına ayrı bir keyif verdi‘.
Ben mevzuyu bir adım ileri götürüyor ve diyorum ki ‘ Söz konusu eserleri ve belki daha da ötesini, beklenmeyecek biçimde, kendi başınıza yazabilmenizi sağlayacak derecede ilham vericiydi’.Fazla söze gerek yok… Gözleriniz herşeyi anlayacaktır…
Büyülenerek ayrıldığım sergiden ‘tadımlık’ seyir aşağıdaki gibi…St. Petersburgh’a yolu düşeniniz olursa, Devlet Müzesi’ne uğrayıp kendi gözlerinizle şahit olmanız başka! Kaçırmayın derim!
No Comments